Bir cumartesi sabahıydı, havanın insanın içini ısıtıp baharın insana göz kırparak enerji verdiği. Sabah uyanmıştı. Her güzel havada sokak sokak gezip şarkılar çalarken, etraftan melodileri beğenenlerin gönlünden kopanları toplayan sevgilisi yanında yatıyordu. Bir gün önce aldıkları haberle tüm hayatları değişmişti belki de. Yıllarca her anı paylaştığı sevgilisine kanser teşhisi koyulmuştu. Doktor “ilk etapta göğüsleri alacağız, umarız böyle bu illetten kurtulacak. Ameliyat salı günü” demişti ikisinin de yüzüne bakarak.
Doktor çıkışında sevgilisinin ağzından dökülenler; “artık beğenilecek bir halim kalmayacak. Seni hayatımda kalmaya zorlayamam. İstediğin kişinin olabilirsin artık, özgürsün” olmuştu. Gözleri dolmuştu bu sözleri duyunca, kurşun gibi de işlemişti içine. Böyle biri miydi, yanındaki zor durumda olunca gidecek gibi mi görünüyordu, sevgilisini hasta diye terkedip ona sırt dönecek kadar insanlıktan çıkmış mıydı? “Hayır! gitmiyorum bir yere, bir daha da duymayayım” dedi ve tuttu kızın elinden evi doğru yol aldılar. Eve yaklaşırken durdu, matem havasına gerek yoktu, artık olan olmuştu. Zaman her hastalığı yenen morali yüksekte tutma zamanıydı. Daldı balık pazarına kolunda sevgilisyle. Biraz balık, biraz salata malzemesi ve bir de aslan sütü şişesini kaptılar, eve girmeden.
Bütün gece radyoda sevdikleri şarkılar, içtiler, söylediler, ağladılar, güldüler, sarıldılar. Arkasından son bir kaç haklarının kaldığı işi yaptılar. Salı gününden sonra istesede dokunamayacaktı, sevgilisi de istese bile dudaklarını hissedemeyecekti orada.
Şimdi artık hava güzelken biraz kazanma zamanıydı, sevgilisine bir öpücük kondurdu. Kız gözünü açınca, ondan en sevdiği yemeği hazırlamasını istedi akşam için. Sonra da “bugün ben tek çıkayım işe, çok kalmam gelirim. Sen de yemeği hazırla yine felekten bir gece yaşayalım baş başa. Belki sonra aklımıza eserse deniz kenarına atarız kendimizi kucağımızda it öldürenlerle” dedi. Kız gönülsüz de olsa razı geldi evde kalmaya. Zaten hali de yoktu rakı çarpmıştı biraz.
Çıktı yola, kodamanların oturduğu semtte dolaşıyordu sokak sokak. Herkes balkonunda şen kahkahalarını atıp kahvaltısını yapıyor, kahvesini yudumluyordu. Bazıları duyduğu melodiye doğru kafasını uzatıyordu. Aradan birkaç tanesi de; “Akordeoncu, şu bizim şarkıyı bir çal” diyordu. Çocuk içinde binbir düşünce, yüzünde tiyatroculara has içini göstermeyen gülümsemeyle şarkıyı çalıp bahşişini topluyordu. İkinci ya da üçüncü sokaktı bir dilenci çocuk çıktı karşısına, ayak yalın, kolda faça izleri, elinde bir kuru ekmekle.
“Ne o abi, kız yok mu artık yanında?” dedi çocuk. Tanıyordu bizimkini belli ki ama çocuk yabancıydı, “yok da sen nereden biliyorsun bizi?” dedi. Dilenci güldü “sizi hep görüyordum, siz beni görmemişsiniz. Sen çalıyorsun, o paraları alıyor. Niye yok bugün, küstünüz mü” diye sordu. “Hasta bugün” dedi geçiştirdi detaya da gerek yoktu zaten. O zaman dilenci çocuk “hımm ben toplayayım bugün paranı” diyerek takıldı peşine.
Böyle birkaç saat dolaştılar, dilencin mi kısmeti açıktı yoksa bugün şans akordeon tutan ellere para olarak mı gülmüştü bilinmez ama o güne kadarki en yüksek hasılatı toplamıştı. Derken bir evden bir genç seslendi, arkasından bir genç kız kafasını uzattı. Sevgiliydiler istedikleri şarkı biraz can yaktı, bizimkine ilk aşkını hatırlattı. Hani ayrıldıklarından kısa bir süre sonra evlenen ve Salı günü ameliyat olacak ikinci aşkıyla tanışmadan önceki sene kendisine yıllar sonra bir mesaj atıp “Duydum hala hayatında kimse yokmuş, Hıdırellez’de senin için de hakettiğin gibi iyi bir sevgili diledim. Dün denize attım. Söylemek istedim sadece” diyen.
Ne garipti hayat! Hayatına giren ikinci sevgilisi Salı günü iki göğsünü birden kaybedecekti, kurtulamayacağı bir illetin kucağındaydı belki de. Onu evde bırakıp biraz para kazanmaya çıktığında karşısına çıkan bir çift ondan ilk aşkının şarkısını istemişti. Tüm bu gel gitler içinde eve döndüğünde çocuklar gibi mutlu olması lazımdı, çünkü sevgilisinin en önemli tedavisi moraldi artık. Derken bir ses duydu “abi daldın gittin yürü şarkı bitti parayı aldık, ilerleyelim!”
Uyanmıştı dilenci çocuğun sesiyle. “Yok” dedi. “Yeter bugünlük eve geri dönmem lazım. Al bu da senin payın” diyerek paranın bir kısmını dilenci çocuğa uzattı. Çocuk durdu, gözünün içine doğru bakarak eliyle cebinden birkaç demirlik daha çıkarıp aldığı paranın üzerine koyup hepsini yere bıraktı. Sonra da “Belli ki çok hasta yanındaki kız, sen söylemesen de gözlerin ve bu çaldığın şey söylüyor herşeyi. Benim işim sokaklarda gezen insanlarla. Artık bir bakışta anlar oldum kim ne düşünür. İstemem bugün senden para, cebimdeki de senin olsun. Kimse yanıma yaklaşmaz, korkup uzaklaşırken sen bana dost oldun. Seninki iyileşince ödersin, yoksa da sana hediyem olsun” dedi ve koşarak oradan uzaklaştı.
Eğildi bizimki parayı yerden almaya, taşımadı ayakları ve çöktü olduğu yere ağlamaya başladı. Büyük hayallerle gelmişti taşı toprağı altın şehre. Üniversite okuyup güzel maaşlı iş bulacaktı, ama olmadı. Önce hocaları taktı ona siyasi görüşü yüzünden, sonra da şirketler. Sonunda isyan etti hepsine. Yazdı, çizdi, çaldı, söyledi az kazandı öz kazandı. Arkadaşları bir bir yükselirken “kariyer” adlı yolda, maaşlarına sürekli zamlar alıp, arabalarla yanından geçerken tanımıyorlardı sokakta çalan arkadaşlarını. Oysa onlardan isteyecek bir şeyi yoktu, gününü geçirecek kadar parası ve sevgilisiyle mutlu güzel hayatı vardı. Hatta çok yemekler, rakılar, şaraplar ısmarlamıştı bu fiyakalı profesyoneller vaktiyle. Hem de şimdi gördüklerinde belki de utanıp tanımadıkları sokak çalgıcısı olarak.
Yüreği, o konuşmasa da her şeyi anlatabiliyordu. İnsan dediğin gününe, parasına, fiyakasına göre etrafındakileri seçerken hala arada tek tük de olsa birileri çıkıp bunlar dışındakilere de değer verebiliyordu. Anlaşılan çocuğun kolları façalı, yüreği kariyerliydi…