Lakırdı masası

Puro yapraklarında aşk

Hayvanların ve insanların yaşayabileceği en yoğun duygulardan biri olsa gerek aşk, tıpkı zıt kardeşi nefret gibi. İnsanların aşık oldukları veya nefret ettikleri öğelere karşı aslında içlerinde bir umursama hali mevcuttur, o yüzden de hep yanlış söylenir nefret edilen birisinin veya birşeyin lafı geçince “umurumda değil” şeklinde yaklaşıldığında. Aslında çok umursanır. Umursanmamaksa bir insana verilebilecek en ağır cezadır sanırım…

Peki aşk hislerden çıkıp da nesne olarak karşılaşılacak birşey olsa ne olurdu? Biraz düşündüm ve sanırım dedim puro olurdu bu nesne… Biraz mantıklı, biraz saçma, biraz da komik bir şekilde…

 

İçi içe sarılmış bir sürü yapraktan yapılır puro, tıpkı iç içe geçmiş pek çok hissin ve durumun birbirine kaynaşmasıyla oluşan aşk gibi…

Yakması biraz çaba ister, önce onu dış etkenlerden korumanız sonra da her bir yaprağına eşit şekilde ateş vermeniz gerekir. Tıpkı aşıkların birbirlerini kolladığı ve aşktan önce diğer tüm duygulara eşit dokunma gerektiği gibi.

İçerken yoğun bir aroması ve dumanı vardır, dilinizi ve ciğerlerinizi kaplar. Var olan tüm tatları siler. Burası da tanıdık geldi mi…

İçerken külü silkelenmez puronun, bırakırsınız kendiliğinden düşer ve düşmeden uzayan her kül birikintisi lezzetini artırır. Tıpkı yaşanırken size keyif veren anların zorla silkelenip düşürülmeden kaldıkça size yaşadığınız andan daha fazla keyif almayı sağlaması gibi…

Bir anda tüketemezsiniz bir puroyu, dinlene dinlene uzun uzun içersiniz. Yaşadığınız o keyifli ortamın sonuna kadar bitmesin istersiniz. Tıpkı aşık olunca hep en sona kadar sizinle kalsın ister gibi…

Sonuna gelince hep parmaklarınızın, dudaklarınızın ısındığını hissedersiniz, tadı acılaşır ama bırakamazsınız bir kere bulaşmışsınızdır ona. Olabilecek en son noktaya kadar gitmek istersiniz. Burası da o malum mutsuz sonlara çok benzer galiba.

En son olarak da puro üzerine bastırılarak söndürülmez, bırakılır kendi kendine sönüp kalır. En son haliyle, eğilip bükülmeden olduğu gibi kalır. Tıpkı gerçekten aşık olunanın hep hayatınızın bir kenarında en son haliyle kaldığı gibi…

Başka neye benzeyebilir aşk bu kadar…

Categories: Er kişiye bilgiler, Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , | Yorum bırakın

Biji Komutanım! Seçilmiş kabusu… Milliyetçilik… Coca Cola sendromu…

Uzunca süre saçma bulduğumdan gitmemek için kaçtığım ama 2 sene önce başka şans kalmayınca zorunlu gittiğim asker ocağında bir er gördüm. Komutanının dediği bir söze tepkisini “Biji Komutanım!” diye veriyor. Öyle plaza İngilizcesi kullananlar gibi, “ben bu dili biliyorum” artistliğiyle falan da değil Türkçesi kafi gelmiyor o anda “Helal olsun komutanım!” ya da “Adamsın komutanım!” gibi bir sevgi, takdir, beğeni karışımı hissini dile getirmeye.

Çocuk 20’lerinde kalkmış gelmiş Güneydoğu Anadolu’nun Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığı, siyasilerin oy istemeye gitmeye bile çekindiği ve hatta seçim döneminde bile unuttuğu, zorunlu hizmet olarak doktorların veya öğretmenlerin bile gitmediği köşelerinden birinden. Şimdi bu çocuk “Biji” diye bağırıyorsa suç onun mu? Ya da bu çocuk beyni yıkanıp dağa çıktıysa suç onun mu? Çocuğun içinde terör örgütü sempatisi yok değil ama işte beyni yeterince yıkanmamış olacak ki hasbel kader “Biji Apo” demek yerine “Biji Komutanım” diyor. Sonra ilerleyen günlerde konuşurken anlatıyor “askerlik bitsin bizim köyden ayrılacağım gidip sizin oralarda iş bulacağım, bizim orada hiçbir şey yok. Ya dağa çıkacaksın ya da göçeceksin ki karnın adam gibi doysun”.

Seçilmiş kabus…

Sonra aradan birkaç hafta geçiyor, atış talim zamanı geliyor. Elimde ilk hafta bana zimmetlenmiş tüfek. Her hafta temizliyoruz, bakım yapıyoruz. Neden kullanacağımız zaman çalışsın diye… Sonuç? Atış taliminde elime aldığım 3 tüfek de bozuk çıkıyor ve ben başka bir arkadaşımın tüfeğiyle atış atıyorum. Bu arada yanlış olmasın bu tüfekler benden önceki kullanımda çalışması gerektiği yerde çalışıyor ama işte her işimiz gibi o da “Allah umuduna”… Gerektiği anda çalışırsa sıkarsın… Bu tüfeklerle dağlara gençleri gençlerin üstüne yolluyoruz. Sonra ölüyorlar, şehit oluyorlar… Yine atış talimindeyiz, komutan “sık” emri veriyor. 50 metre ötede cansız hedefler var, yerde sıralı 8-10 askeriz atış yapmaya hazırız. Emir geliyor 20 saniye sessizlik, kimse cesaret edemiyor o tetiğe basmaya sonra birbiri ardına kurşunlar atılıyor. %50’yle başarılı şekilde hedefi vurmuşsanız ağa da sizsiniz paşa da sizsiniz. Bu gençleri yolluyoruz dağlara gençlerin üstüne yolluyoruz. Sonra ölüyorlar, şehit oluyorlar…

O yüzden askerlik görüp geçirince insan pek şaşırmıyor şehit haberlerine, ne olacaktı ki başka. Silah bozuk, asker “insan” asker “eğitimsiz”… Yönetenleri biz seçiyoruz, onlar da bu askerlerin sonunu seçiyor. Kısacası ülkece seçilmiş kabusu yaşıyoruz, aileler evlatlarını, kadınlar eşlerini ve sevgililerini, çocuklar babalarını kaybediyorlar… Ya da biz yönetenin istediğini seçmiyoruz diye yöneten bize yazdığı senaryoya istinaden o insanların sonunu seçiyor… Her türlü seçimler var, ve sonunda bu ülkenin “kaderinde” olduğundan yaşanan kabuslar var…

Ne de milliyetçiyiz değil mi?

bozkurt

Şehit haberleri sonrasında herkes çıkıyor televizyona “Ya Allah Bismillah Allah-u Ekber!” nidalarıyla, eller bozkurt şeklinde. Yönetenler çıkıyor “şehit olmak istiyorum!” veya “ne mutlu şehit ailelerine!” diyerek özlü sözler söylüyorlar. Bence bırakalım bu safsataları, yok eğer samimiyseniz hiç kimseyi tutan yok sizde Hakkari, Şırnak vs. gibi bölgelere gidebilirsiniz gönüllü olarak. Tutan yok buyurun işte Halep işte arşın…

Herkesin bedelli askerlik imkanı olsa bu ülkede kendi isteğiyle askere gidecek insan şimdikinin 100’de 1’ini geçmez. Bu ülkede herkesin doğru düzgün iş istihdamı imkanı olsa bu ülkede uzman asker ya da sözleşmeli asker olup silah tutacak insan sayısı şimdikinin 100’de 1’ini geçmez… Ama milliyetçi bir ülkeyiz yerseniz… Ufacık bir torpil ihtimali olan anne baba sarılıyor torpile, “Aman oğlum doğuya gitmesin!” diye. Paranız veya torpiliniz varsa geçin kenara, hiçbiri yoksa alın size eser miktarda “milliyetçilik” gazı buyurun dağlara bayırlara… Ama milliyetçiyiz yerseniz…

Bu ülkenin kodları çok iyi çözülmüş gerçekten. Milliyetçilik ve din gazını alır palalarla masum insanların üzerine yürürüz, tekme tokat bir genci öldürürüz amma ve lakin o gaz olmayınca 1 idmanlı boksöre 13 kişi dalar dayak yeriz. O yüzden de dağda öldürülecek gençler lazım verin milliyetçi gazını sonra ölürlerse ailelerine de dinle kitapla vatan milletle gideriz. Ama bizim çocuklara zeval gelmesin…

Kişi başına düşen yıllık milli gelir bazında Türkiye’nin 70. ili olan, sanayisi olmayan ve çoğunluğu mevsimlik işçilerden oluşan, Milliyetçilik gazını en iyi alan şehirlerden biri olan Osmaniye’nin son 30 küsur günde 8 şehit vererek en fazla acıyı yaşayan şehir olması sizce tesadüf mü… Yoksa tamamen yukarıdaki tablonun yeryüzüne düşmüş hali mi…

Boşa denmiyor “filler tepişirken çimenler eziliyor” diyerek…

Milli maçta çocuk olmak

Ahmet Davudoğlu, Hollanda maçında şehit oğluyla

Hafta sonu Türkiye, Hollanda’yla Konya’da bir maça çıktı. Maç öncesi televizyonlarda bangır bangır bir reklam; “Biz de renk aşkı, futbol sevgisi babadan oğula geçer” diyor, “Hollanda maçına baba oğul gelenlere birer Türkiye Milli Takım forması Coca Cola’dan hediye” diyor… Sonra maç öncesi protokolde bir çocuk başbakanın önünde duruyor. Masum, saf ve hüzünlü bakıyor etrafa… O maça babasıyla gitse bir forması olacaktı babasıyla aynı renkte giyecekleri, maça babasıyla gitse milli takım sevgisini ve futbol aşkını ondan öğrenecekti belki de… Ama o stadda Coca Cola sevinci yaşayan akranlarının aksine Coca Cola sendromu yaşıyordu. Üzerinde babasına kefen olan kamuflaj renklerinde bir tshirt ve hiç tanımadığı adamların gövde gösterisi oldu. Hayatı boyunca reklamlara bile konu olan hisleri yaşayamadan geçecek çocukluğu. Belki de her o malum kareyi gördüğünde içinde fırtınalar kopacak arkasında duran kişinin seçim sonrası bozduğu ya da bozulmasına göz yumduğu barış sürecinin ardından babasını kaybettiğini bilerek…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Kaplumbağa hayatı

2014’lü tarihleri yazmayı bırakıp 2015’li tarihleri bir bir tüketmeye başlamamıza ramak kaldı. Herkes bir acele bir telaş halinde yaşarken ara sıra durup geçirdiği koca seneyi düşünmeye ve yeni yılda yaratmayı umduğu ama genelde olmayacağını da bildiği yeni benlik beklentilerini oluşturmaya başladı.

Pek çok kişiden duyduğum yeni yıl temennisinin tarzı farklı da olsa aynı noktaya çıkıyor “kendime ve yapmak istediklerime daha çok vakit ayıracağım.” Bu yaklaşım anne ve babamın jenerasyonunun gözünden bencillik olarak algılanabilir belki. Ama kendi akranlarımın gözünden bakınca bencillikten çok “harcanıp giden ve istediklerini yapmaktan uzakta yaşanan” hayata bir tepki olarak görülüyor.

Aslında kendimize yaşadığımız hayatları kendimiz yaratıyoruz. Neden bu kadar hızlı yaşayarak midemize imzasını atan fast food kültürünü hayatımızın tüm noktasına kopyalayarak yerleştiriyoruz bunu bir türlü bilemiyoruz.

Geçtiğimiz gün bir taksiye bindim, üniversiteden bir arkadaşımla. Çocuk 21 yaşında ve mesleğimi sorunca “bilgisayar mühendisi” deyince “hep hayalimdeki meslekti ama artık bizden geçti” dedi. “Öyle bir şey yok. 21 yaşındasın, askerliğin bitmiş. Şimdi bir üniversiteye girsen 26 yaşında bitirirsin. Ben de okulu bitirir bitirmez askere gitsem zaten 25-26 yaşında işe başlamış olurdum. İstersen gayet de uygun zaman, gecikilmiş birşey yok” diye yanıt verdim. O zaman tabi şu tercihi yapmak zorunda kaldı plakası ailesinin olan taksiciliği bırakıp ayda 10.000 TL’ye yakın parayı teperek hayaline koşmak mı koşmamak mı…

İşte hepimiz için hayatımız hep tercihlerden ibaret, hep ikileminde kaldığımız şey de hayaller mi yoksa hızlı hızlı yaşayarak daha çok para, daha çok kariyer veya daha çok bir şeyler toplayarak hep daha iyi diye gördüğümüz yerlere ulaşmak mı.

Her şeyi hızlı elde etmek için hızlı hızlı koşturmaya çalışırken kendi mutluluğumuzu ıskalıyoruz. Kendimizi yıpratıyoruz. Ömrümüzü tüketiyoruz… Oysa Mandıra Filozofu’nun da dediği gibi “Yavaş yaşamak lazım hayatı, acelen ne?! Dünyanın en uzun yaşayan canlısı en yavaş hareket edeni, kaplumbağadır”

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , | Yorum bırakın

Starbucks’ta ismimi neden hep yanlış yazıyorlar diyenlere…

İsim konusunda pek sıkıntım yok adımı Seyhun diye telafuz eden ecnebiler ve Ceyun diyen çocuklar dışında… Ama konu soyadıma gelince doğru yazanı bulmam mucize. Genelde “Bayer” yazıyorlar. Bence de keşke o firmanın sahibi ailenin varislerinden olsam diye gülüyorum. Bir de tabi bu hatalar nedeniyle Bayer Leverkusen adlı Alaman takımına da sempati duyduğumu belirtmem gerekir. Karşılaştığım türlü yanlış soyisim yazımlarım; Bayer, Bayar, Bayal, Bayen, Bayan…

Bir de tabi isim konusunda dertli olanlanlar var, bunların da en çok karşılaştığı sorunlardan biri belki de Starbucks’ın o karton ya da şeffaf plastik bardaklarında yazan yaratıcı isimler. İşte aşağıdaki videomuz bu dertten muzdarip olup Starbucks’ta ismim neden hep yanlış yazılıyor diyenlere gelsin…

 

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , | Yorum bırakın

J.P. Morgan’dan hatun kişilere…

Muhtemelen pek çoğunuzun bildiği bir mevzu ama ben kendisiyle dün tanıştım. Belki benim gibi henüz bu olayla karşılaşmamış olanlar vardır diyerek buradan da paylaşmak istedim.

Amerika’da bir kadın üyesi olduğu arkadaşlık sitesine arayışını yazar ve iddialara göre cevap ona dünyaca ünlü bir iş adamı J.P. Morgan’dan gelir hem de pek çok açıdan kadın erkek ilişkilerine ışık tutan bir cevaptır aslında.

Bir yanda kendilerine güvence arayan kadınlar, öbür yanda elindeki gücün farkında olup bunu kadınları kiralamakta kullanan erkekler. Bir yanda zenginlik hayalleri kuran kadınlar, öbür yanda parası için etrafına üşüşen kadınlardan kurtulmaya çalışan erkekler…

Aslında her ilişkide her kadın erkek diyaloğunda temel soru aynı olmalıyken pek sorulmuyor, eğer bunları sorarak yaklaşıyorsanız zaten şanslısınız demektir aslında;

– Karşımdaki kişi bütün varlığını kaybetse, karşımdaki kişi tüm güzelliğini bir kazada kaybetse, karşımdaki kişi bir anda bir felç geçirip tekerlekli sandalyeye mahkum olsa ben hala bu kişiyle olmak ister miyim ve o zamanlarda beni bu kişiye bağlayabilecek nelere sahip?

Zengin koca arayan kadın

 

 

 

 

 

 

SORU:

Zengin bir adamla evlenebilmek için ne yapmalıyım ?

Sizinle dürüst olacağım. Bu yıl 25 yaşına giriyorum. Çok güzelim, iyi bir stilim var ve kaliteli şeyleri severim. Yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan bir adamla evlenmek istiyorum. Aç gözlü olduğumu düşünebilirsiniz fakat New York’ta yıllık geliri 1 milyon dolar olan insanlar orta sınıf sayılıyor.

Çok şey istemiyorum. Bu sitede yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan biri var mı? Hepiniz evli misiniz? Sormak istiyorum, sizin gibi zengin insanlarla evlenmek için ne yapmam gerek?

Bugüne kadar birlikte olduğum erkekler arasında en zengini yılda 250 bin dolar kazanıyordu. Central Park’ın batı yakasında, yüksek bütçeli rezidanslarda yaşamak isteyen biri için yıllık 250 bin dolar yeterli değil. Size alçak gönüllülükle soruyorum:

1) Zengin bekarlar nerede takılır? (Lütfen bar, restaurant, spor salonu gibi mekanların isimlerini ve adreslerini yazın.)

2) Hangi yaş kategorisine odaklanmalıyım?

3) Çoğu zenginin eşleri neden ortalama güzellikte? Bir kaç kızla tanıştım; güzel veya ilgi çekici değiller ama zengin erkeklerle evlenebiliyorlar.

4) Kimin karınız, kimin yalnızca sevgiliniz olabileceğine nasıl karar veriyorsunuz? Benim hedefim evlenmek.

Bayan Güzel

 

JP Morgan

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP:

Sevgili Bayan Güzel,

Yazınızı büyük bir ilgiyle okudum. Tahmin ediyorum ki sizin gibi aynı soruları soran pek çok genç kız var. Lütfen profesyonel bir yatırımcı olarak durumunuzu analiz etmeme izin verin. Benim yıllık gelirim 500 bin doların üzerinde, sizin kriterlerinize uyuyor, bu sebeple okuyan kimsenin zamanını çalmadığımı ümit ediyorum.

Bir iş adamı gözünden bakarsak, sizinle evlenmek kötü bir fikir. Cevap çok basit, lütfen açıklamama izin verin. Detayları bir kenara bırakırsak, yapmaya çalıştığınız şey “güzellik” ile “para” ikilisini takas etmek: A kişisi güzelliği sağlar, B kişisi de bunun için ödeme yapar, gayet adil. Fakat burada ölümcül bir problem var; sizin güzelliğiniz kaybolacak ama benim param iyi bir sebep olmadıkça tükenmeyecek. Aslına bakarsanız, benim gelirim yıldan yıla artabilir, ancak siz yıldan yıla güzelleşemezsiniz. Bu sebeple, ekonomik açıdan bakarsak, ben değer kazanan bir varlıkken siz değer kaybeden bir varlıksınız. Hem de sıradan bir değer kaybı değil, katlanarak artan bir değer kaybı. Eğer güzellik sizin tek varlığınızsa, değeriniz 10 yıl sonra çok daha düşük olacak.

Wall Street’te kullandığımız bir terimden yola çıkarsak, sizin için “takas pozisyonu” diyebiliriz, “satın al ve bekle” değil. Sizi satın almak iyi bir fikir değil, bu sebeple kiralamayı tercih ederim. Çünkü alışveriş değeri düşen bir şeyi uzun süre elde tutmak hiç de iyi bir fikir değil. Aynı şey sizin istediğiniz evlilik için de geçerli.

Söylediklerim size zalimce geliyorsa şöyle düşünün; tüm paramı kaybetseydim, beni terk etmez miydiniz? Aynı şekilde güzelliğinizi kaybettiğinizde, benim de çıkış yolunu bulmam lazım.

Yıllık geliri 500 bin doların üstünde olan insanlar aptal değil; sizinle yalnızca çıkarız ama evlenmeyiz. Size, zengin bir adamla evlenme fikrini unutmanızı öneririm. Bu arada, yılda 500 bin dolar kazanan o zengin siz olabilirsiniz. Zira o kadar parayı kazanmak, zengin bir aptal bulabilme ihtimalinizden daha yüksek.

CEO J.P. Morgan

Categories: Er kişiye bilgiler, Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , | Yorum bırakın

Ülkenin Nüfus Cüzdanı

Bir gün bir üniversite mezunuyla karşılaşırsın dininden bir haber sana “Bence Hıristiyan ve Museviler hiç bir şekilde Cennet’e giremez” der. Sen dersin ki “Senin inandığın Allah, affedendir ve merhametlidir onları da bir yer de belki bizden bile kısa zamanda Cehennem’den kurtarır ve Cennet’e yollar” ama nafiledir. O der ki “asla” sen “o zaman nerede kaldı senin inandığın Allah’ın merhameti”  dersin. Bunun üzerine susar.

Bunu diyen üniversite mezunu “aydın” okumamıştır Kuran’ı, Tevrat’ı, İncil’i… Anne babası Sunni bir Müslüman diye benimsemiştir bu dini bu mezhebi…

Öbür tarafta biribirini kırıp geçirmiştir insanlar rant için, para için, pul için olmuştur önce cemaatçi, sonra Mevlana’cı, en sonunda da otorite yancısı…

Üstüne bu ülkedir en çok çocuk gelinin en çok çocuk işçinin olduğu ülke, günde ortalama en çok işçinin öldüğü ülke…

Bu ülkenin nüfus cüzdanında T.C. yazar Müslüman, Sunni, Erkek, Vatan Millet Sakarya ve sonunda kapitalist diye okunur…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

“Yüzyıllık Yalnız” diyen ustanın kanserli vedası…

Kolombiya’da doğan, kardeşimin bana aldığı tek hediye kitap olan “Anlatmak için yaşamak” ile hayatını okuyanlara açan, “Yüzyıllık yalnızlık” kitabıyla pek çok insanı mest eden ve Nobel Ödüllü yazarlardan olan Gabriel Garcia Marquez’in de yakasına yapıştı kanser illeti.

Marquez, lenf kanserinden ötürü fenalaşan durumundan ötürü inzivaya çekilmeden önce belki de bizlere son kez yazdıklarıyla selam etme kararı almış.

İşte edebiyat sahnesinden çekilmekte olan ustanın veda reveransı da kabul edilebilecek veda mektubu…


“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.

Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.
Baskaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.

Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.

Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı…

Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim.

Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr.

Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım.

Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.

Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim.

Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.

Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde…

Artık ölebilir miyim…”

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Okudukça susan kalemler

“Abi sen okuyan, görmüş geçirmiş adamsın anlarsın. Bir bak güzel olmuş mu şirim?” diyerek her gece bir şiir geliyor önüme. Akrostijleri, kafiyeleri havada uçuşturuyor uzun dönem asker…

Diğer yöne bakıyorsun başka bir uzun dönem günlük karalıyor. Arada veriyor bir iki sayfasını okuyorsun. İçinde hep dışarıda bıraktılarına ve hayatına dair duygular var.

Sonra kafayı kaldırınca “hoca” kod adlı kısa dönemleri görüyorsun. Tek kelime karalayanı yok. Eğitildikçe susturuyorlar kalemlerini.

20140215-112633.jpg

Sıralarda dirsek çürütürken duyguları yok edip beyini sadece para, kariyer için çalıştırmayı öğreniyorlar herhalde. Dilleri kalemleri gibi değil çünkü hep konuşuyor para, kariyer, iş güç diyerek… Belki de okullarda kimse beğenmezse yazdıklarını ve tüm karizmaları çizilir de “poşet” olurlar diye korkmayı öğrenmişler.

Belki de, herhalde, sanırım… Türlü türlü bahaneler tahmin edebilirim ama muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğim neler öğrettiler bu insanlara ki lal oldu kalemleri…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , | Yorum bırakın

Noktalanmayan cümleler…

Belki de tüm yazılı mesajlarımın. En temel karakteristik özelliğiydi üç noktalarım. İlk kız arkadaşım ona atılan bir mesajın benden olduğunu üç noktalarımdan tanırdı. 1,5 yıl boyunca yurt dışında tedavi gören ve bu sürede sadece mesajlaşabildiğim, ancak doktor izin verdikçe beni arayabilen kalbimi çalmış başka bir insan da dikkat çekmişti bu üç noktalarıma. Hep bana “şu yazılarına ve mesajlarına üç nokta koymasan ne güzel olacak. Hem dikkatimi dağıtıyor hem de bana yazdığın şey ciddiyetsizmiş hissi veriyor” derdi. Şimdi istesem de yazdıklarımı göremiyor ve kalkıp beni uyaramıyor, o yüzden sanırım dilediğim gibi kullanabilirim…

Benim için bir noktalama işaretinden çok fazlası aslında kendisi. Bazı cümlelere nokta koymak hiç içimden gelmiyor. Nokta koyarsam hep o güzellik orada anlattığım şey sonlanacak gibi geldi, o cümleyi yazarken düşündüğüm şeyin sonu gelecek gibi hissediyorum. Sanırım vedaları da bu yüzden sevemiyorum. Birilerine veya güzel zamanlara temelli ya da anlık da olsa nokta koyuyor ya o vedalar.  Ondan sevmem “güle güle” sarılmalarını da…

Ne güzeldir kalpten geçen bir sözü veya bir hissi üç noktayla tamamlamak. Hep sonsuza kadar sürmesi için ilk dileği hemen o anda göndermektir belki evrene, karmaya, tanrıya, allaha ya da inandığı şey herneyse insanın…

Çekinmeden kullanın, kullanın ki güzel sözleriniz de güzel anlarınız da sonsuza kadar kalsın…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , | Yorum bırakın

Joshua Bell deneyi: Hayatta neleri kaçırıyoruz?

Washington’da bir metro istasyonunda, bir adam kemanla 45 dakika boyunca 6 farklı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında, işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

Keman virtüözü Joshua Bell

 

 

 

 

 

 

 

 

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kisa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemanci çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.

Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi…

Dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir üç dakikamız dahi yoksa, hayatta başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Not: Yazı başka bir sitede okuduğum bir yazıdır. Deneyle ilgili Internet’te çeşitli videolar da bulunmaktadır.

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , | Yorum bırakın

Üç adam tek ruh

Murray – Djokovic finalini izliyordum. Setlerde skor 2-0’dı. Maçın son oyununda durum bir anda 40-0 olmuş ve Murray 77 yıl sonra şampiyon olacak ilk Britanyalı olmak üzere 3 şampiyonluk servisi arka arkaya kullanacaktı. Djokovic taraftarı olarak ben bile herşeyden ümidi kesip son şampiyonluk sayısını izlemeyi planlıyordum. Djoko pes etmemişti. birden arka arkaya alınan sayılarla skor eşitlendi ve bir an “acaba mı?” diyerek benim heyecanlanmama neden oldu. Buradan maç çevirmek tarihi bir hikayeydi ve yapabilecek nadir karakterlerden biriydi, ancak sonunda ev sahibi Murray skoru 3-0 yapıp şampiyonluğunu ilan etti.

Tüm bu tabloyu yaşarken aklım bir anda hayranı olduğum 3 adama ve benzerliklerine takıldı. Jose Mourinho, Fatih Terim, Novak Djokovic… Diğer adlarıyla; The Special One, İmparator ve The Joker.

Sanki bunlar üç farklı bedende vücut bulmuş tek ruhtu.  Üçünün de en büyük özellikleri olarak; kazanma hırsı, inat, pes etmeme, kendinden eminlik, zeka ve üst seviye de ego olarak geldi ilk bakışta aklıma.

Pes etmeme ve kazanma hırsı

Murray’le oynadığı finaldeki pes etmeyen Djokovic’i, Euro 2008’deki Türkiye Milli Takımı’nın başındaki Fatih Terim’de ve bu sezon “lig bizim için bitti, Şampiyonlar Ligi’ne odaklanmayız” diyen takım kaptanını takımdan kesen Mourinho’da gördük. Bunların örnekleri çok fazla var ama bu ilk akla gelen kareler oluyor.

Jose Mourinho, Chelsea ile Barcelona'yı Nou Camp'ta yendikten sonra meşhur sevincini yaparken

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu pes etmeme nitelikleri onların belki de en derin duyguları olan kazanma hırslarından geliyordu. Üç adam için de ikincilik her zaman başarısızlığa eş değerdi. Maçlara hep kazanmak için çıktılar ve sonunda çoğu zaman hırslarını da gösterdiler. Mourinho’nun Nou Camp’ta gelen tur sonrası saha içine koşarak gelip kayarak tamamladığı zafer sevinci, Fatih Terim’in saha kenarında kaybederken verdiği tepkiler ki çoğu zaman soluğu tribünde almasına neden oldu bunlar, Djokovic’in hırsını kontrol edemeyerek kırdığı sayısız raket ve hatta tabure hep bu hırsın kontrolden çıktığı anlardı.

Zeka

Novak Djokovic

 

 

 

 

 

 

 

Djokovic’e The Joker lakabını kazandıran en önemli özelliği geniş vuruş stili menüsü olarak gösteriliyor. Sırp tenisçi bu özelliğiyle tıpkı Batman’in belalısı Joker gibi rakibini ne şekilde öldüreceği tahmin edilemez bir hale geliyor. İşte elindeki kozları en doğru zamanda en iyi şekilde kullanabilme zekası Djoko’yu tenisin dünyadaki bir numarası haline getirdi. Aynı zekanın Mou’da da bulunduğunu söyleyebiliriz. Onun Barcelona’yı Inter’le elediği sezon sahada oynadığı satrancı göz önüne getirebilirsek bu durum daha da kesin şekilde kanıtlanmış olur. Fatih Terim içinse her zaman “teknik, taktik ve transfer bilgisi sınırlı ama insanları iyi gaza getiriyor. O nedenle de başarılı oluyor” yorumları yapılıyor. Terim’in aslında bu özelliği bir nevi liderlik ve insan yönetme becerisine işaret ediyor. Bunu en iyi şekilde kullanabilecek zekayla da Türkiye’ye tarihinin en büyük Avrupa Kupası başarısını kazandırdığını düşünmekteyim.

Egomania

Şu ana kadarki özellikler pek çok insanı kendilerine hayran bırakabilecekken, üst seviyedeki egoları bir anda tüm insanları bu üç isim için de “ya hayran ol ya nefret et” ikilemine sevkediyor.

Mourinho’nun rakiplerini aşağılamaktan çekinmeyen basın toplantılarını, Djokovic’in rakiplerini iğneleyen basın açıklamaları ve Fatih Terim’in o saha kenarındaki tavırları. Hep bu adamları bulundukları alanların ego timsali olarak ortaya çıkarıyordu. Aslına bakılırsa üçü de kazandıklarıyla bu egonun içini dolduruyorlar. Bazen bir hayranları olarak bana bile itici gelse de insan sormadan edemiyor “bu adamların yerinde başkası olsa aynı ego gösterisini yapmaz mı?”

Fatih Terim

 

 

 

 

 

 

 

Egolarının başlarına bela olduğu konular da yok değil. Mourinho’nun meşhur Chelsea-Barcelona eşleşmelerindeki tavırları nedeniyle hayalini kurduğu Barca teknik direktörlüğü şansının artık kalmadığını babası dile getirmişti. Fatih Terim’in üstün egosuna “hop” diyen Milan’ın çekirdekten yetişme topçuları, İmparator’un kellesini alan isyanı başlatmıştı. Djokovic ise ego kökenli tavırları yüzünden hep turnuvaların zaferi istenmeyen adamı oldu.

Sorgulamalar

Siz de bu üç adamı benim gibi aynı ruhun farklı vücutlara yansıması olarak görüyor musunuz, yoksa ben mi saçmalıyorum…

Aslına bakarsanız Mourinho ile Terim arasındaki yakın dostluğun temelinde de birbirlerine bakarken kendilerini görmeleri geliyor diye düşünüyorum. Biraz yakınlaşsalar Djokovic’i de severler mi…

Categories: Lakırdı masası, Sportif mavralar | Etiketler: , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Samimiyet

Günlerdir bazen olaylar içinde koştururken, bazen de Twitter’da yorum yapıp yorum okurken geçiyor zaman. İnsanların oturup tüm yaşananları ve yaşantılarını sorgulamaya başladıkları bir dönem oldu resmen artık bu günler. Bir mesai arkadaşım yazmış “Her gün yaptığım şeyler hiç bu kadar anlamsız gelmedi” diye… Hak vermeyen var mı acaba?

Geçtiğimiz gün Twitter’da eski patronum yazmış “Özgürlüğünün kısıtlandığını düşünenler gerçekten hangi özgürlüğünün kısıtlandığını düşünüyor?”, cevabım “En basitinden İnternet’te hangi siteye girebileceğime benim adıma birinin karar vermesi” Bunun arkasından iki tane tanımadığım insandan arka arkaya gelen yorum;

youtube

 

 

 

 

 

– “Youtube, kemalistlerin isteğiyle mahkeme tarafından engellenmişti.” (e ama biz “kimse” demiştik ya o kelimenin bir önemi yok mu? benim kemalist olduğum nereden çıktı o cümleden. Refleks olmuş biri bir özgürlük feryadı yapıyorsa kemalisttir zahir :) )

– “Onun çözümü var sonuçta engeli aşarak izleyebiliyorsun” cevabım: “kanunen yasak olan birşeyi yapmak için çözüm bulmak ve onu kullanmak hukuki olarak suç değil mi?” (buna yorum gelmedi tabi haliyle :) )

Bunun arkasından alkol yasağı üzerine biraz muhabbet dönüyor. Bir sorum oluyor “Neden 100 metre? 50 metre değil, 200 metre değil? Hiç sorguladın mı? Yoksa sorgulamadan kabul mü ettin?” cevap şöyle geliyor “Bu toplumu kötü alışkanlıklardan uzak tutmak için var olan birşey altında başka birşey aramamak lazım.” Son bir kelimem oluyor; “Bahis ve kumar kötü bir alışkanlık. Ama devlet tekelinde bu ülkede bahis oynanırken, insanların içki yasası konuşmasını samimi bulmuyorum. ” cevap gelmiyor, çünkü biraz araştırınca çıkıyor ki kendisi iddaa oynayan birisi ve bu özgürlüğüne taş gelince herşey sus pus…

Bu konuşmadan sonra herşeyi samimiyet penceresinden bakarak değerlendirdim kendimce birşeyler yaratmaya çalıştım. Herkesin de payına düşenler vardır zannımca…

– Başta bir ağaç uğruna orada olan bir avuç gence orantısız güçle saldırıp insanları oraya toplayan hükümetin bu işi faiz lobisi ve dış mihraplar yapıyor savunması samimi geliyor mu? (O çevrecilerin başındaki kişiyi doğru muhattap alıp dinlese ve demokratik ikna süreci uygulansa sizce bunlar olur muydu?)

esnaf

 

 

 

 

 

 

– İş demokratik bir sürece girmişken Park’ı boşaltmama kararı alarak, kendi özgürlüğünü isterken o bölgede yaşayan veya çalışanların özgürlüklerine darbe vurmaya niyetlenen insanlar ne kadar samimi? (Ben görüşmeler başlayınca gitmemeye başlamıştım Gezi Parkı’na ama Cumartesi yeniden hareket başladı, çünkü yine özgürlüklerimin savunulması ihtimali olmadığı ve diktatörce yine asarım keserim diyip her kararı alabilecek bir düzenin karşıda olduğunu görmüş oldum.)

– Özgürlük için oradayken Türbanlı bir anneyi döven insanın özgürlük anlayışı ne kadar samimi?

– Bu hareket özgürlüklerin korunması, muhattap alınmak vs. için insanların tek vücut olması hareketi derken partilerinin veya örgütlerinin bayraklarını asan, o bayraklar ellerinde dolaşan oluşumlar ne kadar samimi?  (Buradaki kasıt PKK değil tüm parti ve sivil toplum kuruluşlarıdır)

Gezi Parkı'na Cumartesi akşam müdahalesi

 

 

 

 

 

 

 

 

– Büyük bölümü polis şiddetine tepki olarak oraya koşan grup tam sakinleşmiş, artık süreci daha karşılıklı konuşmalı bir ortama taşımaya niyetlenmeye başlamışken yeniden polis şiddetiyle ortamı körükleyenlerin bu olayı tatlıya bağlama samimiyeti ne kadar var?

iddaa logosu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

– “Dinde yazan şey kanun olunca mı zorunuza gidiyor”, “türbanlı kızlarımız okula gidemiyor”, “bir türbanlı anne dayak yiyor” diyerek dini sömüren bir insanın kendi hükümetinde ülkede bahisi tekel şeklinde devlet yönetimiyle ilk kez resmi olarak başlatması din yaklaşımı ne kadar samimi? (Toplumun hassas olmadığı bir dini yasağı kullanıp para kazanınca günah olmuyor zahir :) )

Gazi parkı olayları cami

 

 

 

 

 

 

 

 

– “Camiye ayakkabılarıyla girdiler” diye feryat figan eden bir başbakana hiç bir vicdanın kalkıp “Cami Allah’ın evi olarak görülüyorsa ve bir insan dini inancı, görüşü vs. ne olursa olsun yaralanınca Cami’ye sığınan insanda bile ayakkabı mı dert ediyorsun?” diyememesi ne kadar samimi? (Aynı camide içki de içiliyor dedi ama imam yalanlayıp dinen yapması gerekeni yapıp doğruyu söyleyen imamı görevden alan birinin hala din ve bu cami olayı yorumlarına inanan ne kadar samimi o da ayrı konu…)

kask numarası kapalı polis

 

 

 

 

 

 

 

 

– Kask numaralarını gizlemesi, evlerden “yeter artık atmayın evde nefes alamıyoruz” diye haykıran halkın evine gaz bombası atan polisin toplumun huzur ve güvenliğini sağlama konusundaki görevini yapıyor olması fikri ne kadar samimi?

– Olayların ilk 3-4 günü hiçbir şey yayınlamayan medyaya yönelik olarak “medya bu kadar özgür değildi” diyen birinin toplumu her konuda kendi çıkarlarına göre değil gerçeklere göre doğru bilgilendirdiğine inanan insanlar ne kadar samimi?

Polis, Toma'daki suya kimyasal madde katarken

 

 

 

 

 

 

– “Tomanın suyunda ilaç var ama kimyasal değil” diyen ve “bugün müdahale olmayacak” diyip akşam müdahaleyi izleyen vali ne kadar samimi? (Bana ilaç olup kimyasal olmayan birşey söyleyin valiyi cepten arayıp baştan beri tüm dediklerim için özür dileyeceğim :) )

– Havaalanlarında miting yapan ve oralarda polis müdahalasi olmayan, taksime miting yeri değil diye polis müdahalesi yapan; elinde sopalarla yürüyen AK Gençlere arkasında duran tomanın dokunmadığı ülkede eşitlik ve eşit mesafede demokratik devlet duruşuyla ben %100 başbakanıyım demek ne kadar samimi? (İkinci olayı dün Kabataş’ta bizzat gördüm ama evine giden vatandaşı oynadığımdan dikkat çekmemek için fotoğraflayamadım)

AKP mitingine hazırlanan çarşı pankatları

 

 

 

 

 

 

 

 

– Ankara’da MHP bayrağıyla, İstanbul’da yalandan “yaptığı” Çarşı bayrağıyla üstüne çakma Gucci Tshirt giyip Nişantaşı’nda salınarak insan kandırmaya çalışan yurdum genci imajlı hükümetin kitleleri kandırmadan iş yapıyoruz anlayışı ne kadar samimi?

Hitler dönemine ait referandum pusulası

 

 

 

 

 

 

 

– Hitler’in diktatörlük stratejisinin en temel öğesi olan “sonucu hesaplanabilen bölgede referandum ve plebisit uygulaması” yöntemini kullandığı halde “hangi diktatör bunu yapar?” diyen başbakanın yönetim anlayışı ne kadar samimi?

– Terör örgütü liderine “sayın” diyen ve terör örgütüyle barış için masaya oturan, ama karşısındakileri galeyana getirmek için Gezi Parkı’nda bayrak açan terör örgütü üyelerini kullanan başbakanın Barış Süreci fikri ne kadar samimi? (Unutmamak lazım, barış süreci sonrası bu insanların siyasi ifade özgürlükleri ve toplumda bayraklarını açarak gezme özgürlükleri olacak. Onlara uygulanacak her toplumsal şiddet de suç olacak.)

Adalet sarayı baskını

 

 

 

 

 

 

 

– Hukuka aykırı şekilde içinden avukatları alınan bir “Adalet Sarayı” bulunan ülkede hak ve hukuk inancı ne kadar samimi?

– Doktorların, Hipokrat Yemini’ne uygun hareketle önüne gelene kimliğine bakmadan tıbbi müdahalede bulunmasını eleştirip bunları cezalandıran devletin sağlık anlayışı ne kadar samimi?

– Bireysel emeklilik sisteminde ödemelerinizi yapıp bitirseniz bile paranızı alabilmek için 50’li yaşları beklediğiniz, ama milletvekili olursanız 29-30 yaşında yüklü maaşla emekli olabildiğiniz bir ülkede emek karşılığı ne kadar samimi?

– Karşısındaki farklı görüşü dinlemeye tahammülü olmayan insanların olduğu ülkede başbakandan muhalif görüşlere kulak vermesini beklemek ne kadar samimi?

– Sığ bir öğrenim hayatıyla futbolculuk, iett memurluğu vs. basamaklarından geçip başbakan olan birinin psikoloji, sosyoloji, mimari, şehir planlama, çevre bilimi, matematik, sağlık, ekonomi vs. gibi konularda ben bilirim herkes işine baksın tavrı ne kadar samimi?

– İstanbul Belediye Başkanı olduğu günle şimdi arasında mal varlığında uçurum olan ortanın altı gelir düzeyinden gelip bir anda zenginler arasına girebilen birine “bu para nereden geldi?” diyip karşılığını alamadığınız ülkede şefaflık, faiz lobisi, karanlık güçler hep karşımızda diyen ne kadar samimi?

– Oteli nedeniyle sempati kazanan bir holdingin insanların gönlünü biraz daha derinden fethetme amaçlı gıda desteği hareketi ne kadar samimi?

– Para, rant, çıkar, pozisyon, iş korkusuyla susanın, kendi istediği dışındakilere gözünü kapayanın hayat anlayışı ne kadar samimi?

– Yapılan olumlu hareketlere de sırf muhalefet olsun da nolursa olsun diyenin yorumları ne kadar samimi?

– Polisin öldürdüğü kesinleşen çocuğa, otopsi bitmededen “onu eylemcilerden gelen taş öldürdü” diyen, çocuğun öldüğü yere “teşekkürler Türk polisi” pankartı astıran, yollara eylemciler atsın diye taş düzdüren, oğluyla beraber içini boşaltıp iflas ettirerek iki lig birden küme düşmesine neden olduğu takımın atkısını başbakana takıp tribünlere oynamaya çalışan belediye başkanının vicdanı ve hareketleri ne kadar samimi, bu adamı barındıran siyaset ne kadar samimi?

Ellerinde sopayla tekbir getiren grup

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

– Ellerindeki sopalarla karşısındaki sopasız gruba saldırmaya çalışan ve tekbir getiren grubun din anlayışı ne kadar samimi? http://youtu.be/7BSIwRoQbyw 

Taksim'e bombaların atıldığı an

 

 

 

 

 

 

 

– Dış basının yayında olduğunun bilindiği saatlerde, polisine en yoğun saldırılardan biri için emir veren insanın “Türkiye’mizi yabancı basın kötü tanıtıyor. Bunlar hep onların oyunu. Görüntüler yüzünden turizm kaybımız oluyor!” feryatları ne kadar samimi?

– “Reyhanlı’da Sunni kardeşlerimiz öldü” dedikten beş dakika sonra “CHP mezhep ayrımı yapıyor” diyen insanın dürüstlüğü ne kadar samimi? (Söylediği ve sonra yalanlanan açıklamaları, elde kayıtları olan şeylere ben demedim inkarları vs. de ayrı konu)

– Ne için yaptığını bilmeden, olayı polise karşı gelme odaklı bir bilgisayar oyunu sanarak hareket edenin eylemde bulunması ne kadar samimi?

Ethem Sarısülük'ün annesi

– Suçludur, suçsuzdur, sicili nedir, örgüt üyesi midir yoksa tamamen masum mudur bilemem ama olaylar da ölen çocuğunun cenazesini almak için “Sizin de ananız var, ne olur izin verin oğlumu alıp gideyim” diyen anneyi görüp dolmayan göz ne kadar samimi? youtu.be/wb_rz-S-ee0 

Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarları Gezi Park'ta

 

 

 

 

 

 

 

– 3 gün önce birbirini öldüren şimdi kol kola gezen ama 3 gün sonra yeniden birbirlerine karşı salyalar saçarak bağırıp küfredecek olan futbol taraftarlarının bütünleşmesi ne kadar samimi?

– Polisi müdahaleye davet ederek sakin ortamı bir anda karıştıran başbakanın bir gün sonra mitingte “LYS sınavı olan gece sabaha kadar tencere tava sesi yapıp sınava girecek gençlerimizi uyutmadılar” diyerek sınavı girenleri düşünmesi ne kadar samimi?

– Ülkeye girişi yasaklı bir cemaat liderinin Türkçe Olimpiyatları öncesinde video kaydını yayınlayan TRT’nin insanların vergileri üzerine kurulu bir devlet kanalı olması samimi mi?

– Karşı olduğu görüşte olan bir arkadaşını sırf üslubu ve görüşü nedeniyle defterden silenin dostluğu ne kadar samimi?

Divan Oteli'ne gaz bombası atıldığı an

 

 

 

 

 

 

 

 

– Bence en önemlisi: Pazar günü olaysız bir şekilde Divan Oteli’ni boşaltabilen ama Cumartesi günü içinde hasta, yaralı ve çocuk varken kapalı alana gaz bombası atan polise tek laf etmeyenin insanlığı ne kadar samimi? Divan Otel’e biber gazı atıldığı anın videosu

Daha da çok şey vardır ama akla gelen şimdilik bu kadar…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Bilmek istiyorum…

Dün okuduğum bir yazıda karşılaştığım ve bundan sonra da hayatım boyunca hayatıma doğru adım atmak isteyenlere hep okutup sonra “eee sıra sende?” diyeceğim yaşam kılavuzu kıvamındaki Kanadalı bir Kızılderili olan Oriah Mountain Dreamer’a ait bir yazı…

“Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Özlediğin, arzuladığın şeylerin hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini, bilmek istiyorum.

Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, aptal gibi görünme riskini göze alıp alamayacağını bilmek istiyorum.

Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan kederlerimizle yüzleşip yüzleşemeyeceğini bilmek istiyorum.

Yüreğin doğanın ritmi ve yaşama sevinciyle dolu bir sevdanın sınırlarına vardığında, o sınırları feda edip edemeyeceğini bilmek istiyorum.

Anlattığın hikâyenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi ruhuna ihanet etmemek için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratmayacağını bilmek istiyorum. İhaneti göze aldığın her seferinde, sonuçlarını ayakta karşılayıp karşılayamayacağını bilmek istiyorum.

‘Güven’ kelimesinin senin için ne ifade ettiğini bilmek istiyorum. Bazen sana karanlık gibi görünse bile, gelen günün içindeki o büyülü ışığı görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum.

Hatalarımıza fırsat verip vermeyeceğini, bir gölün kenarında durduğumuzda ‘gümüş ay´a benimle birlikte “EVET!” diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede yaşadığın ya da neye sahip olduğun beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, kırılmış, yorgun ve bitap, ayağa kalkıp kalkamayacağını; ‘çocuklar’ için yapılması gerekenleri yapıp yapamayacağını bilmek istiyorum.

Kim olduğun, buraya nereden ve nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Birlikte bir ateşin ortasında düştüğümüzde, gerektiğinde yanmayı göze alıp alamayacağını bilmek istiyorum.

Yalnız kalmaya katlanıp katlanamadığını bilmek istiyorum. İçinde yüreğinden başka tutunacak hiç bir şeyin kalmadığında, o amansız varlığını sevmeye devam edip edemeyeceğini bilmek istiyorum.

Bugüne kadar ne öğrendiğin, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum…”

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , | Yorum bırakın

Gazlar arasından gelen tanımsız bir cisimim

Gel arkadaş oturalım karşılıklı ben konuşayım sen dinle, sonra da istersen sen konuş ben dinleyeyim… Önce sana kısaca kendimi anlatayım, gerçi muhtemelen beni tanıyorsundur ama olsun. Ben bu başbakanın yaptığı hangi toplumsal gruptayım bilemedim. O yüzden de kendime tanımsız cisim olduğumu düşünüyorum;

– Aksırıp tıksırana kadar içerim yılın 11 ayı, ama bir ayı vardır 12 yaşımdan beri mümkünse sektirmeden oruç tutarım. Bu yüzden ılımlı İslam yanlısı görüp benle tartışan insanlar bile oldu. Din konuşmaktan hoşlanmam, çünkü herkesin inancı kendinedir ikinci kişiyi bağlamaz.

– Siyasetten politikadan nefret ederim, bu saçmalık olmasa dünya daha iyi yönetilir diye düşünüyorum.
– Öyle CHP’li falan da değilim, sandığa gidince herkese basar geçersiz oy atarım. Beni temsil edecek parti olduğuna inanmadığımdan yaparım bunu. Bu yüzden de kız arkadaşımla bol bol tartışırdım.
– Marjinal grup üyesi falan da değilim. Hayatımda miting nedir bilmezdim geçen haftaya kadar.
– Özgürlük hassas noktamdır. 15 yaşından beri şu İstanbul’a gelmişim bir başıma. Varmışım özgür olmanın, birey olmanın, kararlarımı kendim verip cezamı kendim çekmenin tadına. Bundan asla vazgeçmem, insanların da bu haklarına hep saygı duydum.

– Dayatmacı, tepeden inme, emr-i vaki adına ne derseniz deyin işte o durumlara da hep karşı çıktım.

Bunlar doğrudur yanlıştır tartışılır. Hepsi iyisiyle kötüsüyle beni ben yapan özelliklerdir.

Devletin ihanetine karşı dostlarım

Bugün belki bunları yazmak yerine hastanede, karakolda ya da tanımlayamadığım yerlerde olabilirdim. Öncelikle bunun için sanırım halime şükretmem lazım. Nerden mi çıktı şimdi bu alternatifler, hemen söyleyeyim tamamen bir kendini üstün gören egonun arzusuydu belki de. Nasıl bugün hasarsızsın dersen de bunun nedeni güvenmem gereken devletten daha çok beni düşünen ve daha güzenilir dostlarımın şans eseri veya bilerek yaptıklarıdır.

– Önce biri mesaj attı, “akşam gidiyor musun?” diye. Gidecektim ama yalnız gidip orada birilerini bulur onlarla olurum şeklindeki fikrimi söyledim. “Olmaz sakın yalnız gitme, biz buradan gideceğiz sen de bizle gelirsin” dedi. “Olur” dedim.

– Sonra tam ofisten çıkarken iki haftadır çekmece de duran bir atkı vardı onu aldım. İş yerinden bir arkadaşımın İtalya’dan getirdiği “Genoa” atkısıydı. Atkı koleksiyonuma bir parça olarak hediye etmişti. Dedim “günlerdir burada alayım yanıma, gerekirse kullanırım maske olarak ya da zaten eve gitsin artık”

– Divan Oteli’nin orada buluşacağım grubu beklerken başka bir arkadaşımla konuşurken “senin gözler hassas mutlaka gözlük al, uzaktan bile atılsa yanar gözün” dedi. İçimden “Vali söz verdi müdahale olmayacak diye, üstüne polis de çekildi parktan birşey olmaz. Ne gerek var. Uzakta atılsa da o kadar etki etmiyor, arasıra maçlarda yedik kendini” dedim. Sonra içimden başka bir ses “5-10 lira neyse ver al yanında bulunsun elbet gerekir” dedi. İkinci sese uydum.

– Bir de işten çıkıp giderken “Allah korusun” dileğinde bulunan vardı.

Taksim meydanı biber ve portakal gazı altında

 

 

 

 

 

 

 

Sonunda ben arkadaşım, onun erkek arkadaşı ve iş arkadaşlarından oluşan grupla elimde atkım ve gözlüğümle 8 gibi Gezi Parkı’ndan meydana doğru indim. Amacımız The Marmara’nın oradaki Garanti Bankası’nın orada sakin bir yerde durmaktı. Tam Meydan’ın ortasına geldik. Hiç bir gerilim yokken havada iki ses bombası patladı. Gözlük ve atkıyı kuşandım kaçmaya yeltenirken gaz bombaları uçuşmaya başladı. AKM’nin önünden meydanın ortasına ve sonuna kadar giden bombalar uçuşuyordu. Meydan’dan Talimhane tarafına koşarken, etrafıma düşen 7-8 kapsül sadece benim gözümle sayabildiklerim.

Bembeyaz bulutun içinde önümde el ele koşan arkadaşımla sevgilisini takip etmeye çalışıyordum. Bir yandan ah şu kapsülü tutabilsem de geri atabilsem diyerek. Nefes almak zorlaştıkça atkıyı sıkıyordum. Sonunda bir de koşarken kusma isteği geldi. Hani polis gelip birşey yapmayacak olsa çökeceğim olduğum yere. O sırada arkadaşımda bir an yere doğru çöker gibi oldu ama sevgilisi kolundan tutup koşturuyordu. Sonunda Talimhane’de güvenli bir noktaya geldik. Bir baktık bizim 8-10 kişilik grup kalmış 3 kişi. Herkes bir yerlere dağılmış.

Orada dedim “benim koltuk altım yanıyor biber gazında böyle olmaz” sonra da dedim ki “heralde hiç bu kadar yakınıma bu kadar çok atılmamıştı ondan oluyor.” Derken gruptan iki kişiyle daha buluştuk ve orada gerçeği anladık ki atılanlar için portakal gazı da varmış ve onun vücuttaki ıslak yeri yakma özelliğinden oluyormuş bu yanma.

Kim ki bu provakatör ve neden çifte standard?

Böylece görmüş olduk ki sabah, MKE’nin sadece polise ürettiği özel gaz maskesini kullanan “Molotofçuları” 2 saatte dağıtamayan güruh binlerce kişiyi bir anda darma duman edebiliyormuş  (Molotofçulardan birinin yayınlanan sivil polis resminden hiç söz etmiyorum bile). Bunun yanısıra müdahale olmayacak diyen devletin şehirdeki en yetkilisi bizi oraya toplayıp toplu gazlamak istemiş sanırım, yorulmasın direk bombalasın kurtulalım hep beraber?

Polise özel olup molotof kokteyli atan provakatörlerin kullandığı MKE yapımı maske

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arkasından bütün gece gördük ki; sabah polise ortada gaz kullanımı olmadan molotof kokteyli atan cengaver marjinaller akşam o kadar saldırıda nedense hiç piyasada yoktu.

Provakatör görünümlü sivil polis

Bunların dışında kendini söndürebilen TOMA’nın yanmasına ve “molotofçu” görünce hedefi vuramayıp tekerlekli sandalyede birini görünce ıska geçmeyen TOMA’ya değinmiyorum bile…

Peki ne bok yemeye ordaydın dersen; 

– İnsanların sahip oldukları bir park yıkılmasın diye yaptığı eylemde sabaha karşı orayı yakarak cevap verecek kadar gözü dönen “yetki bende istediğimi yaparımcı” zihniyete yapamazsın demek için.

– Annem oruç tutuyor diye Ramazan’da bize geldiğinde ona saygısından öğle vakti yemek yememek için bin takla atan Alevi emektarımızın atalarına en ciddi acıları yaşatmış padişahlardan birinin adını kendi kararıyla 3. köprüye veren birine hayır demek için. (Sahi neden köprüye hayatı hep doğuya sefer yapmak olan bir padişahın adı veriliyor? Sunniler’in halifeliğini Türk soyuna getirdiği için olabilir mi?) (Dedeni öldüren biri olsa ve onun adını hergün gelip geçeceğin yolda bir binaya versem ne hissedersin?)

– Başbakanın üniversiteye gidemiyorlar dediği türbanlılar da istedikleri yerde türbanlarını takabilsinler diye. Ama yalnız şunu söylemek lazım türbanlı olanların özgürce girebildiği her yerde Yahudi’nin kipa takmasına veya Hristiyan’ın boynunda hac takmasına izin verilip özgürlükleri yaşarken bunlara ayrım veya başkı yapılmaması şartıyla. (Kimse bu yöne bakmıyor ama devletin dini olmaz, kanun türban diye değil tüm dinlerin dini kılık kıyafet özgürlükleri diye olmalı)

– Tüm Türkiye’de yaşananlarla ilgili haber almak için elimiz kolumuz olan medyanın özgür ve istediği haberi yapabilecek şekilde olması. Olayların CNN International’dan takip edilmek zorunda kalınmaması.

– Bir medya kanalının hükümete karşı haber yapınca ceza almaması için.

– Kanallardaki ve gazetelerdeki muhabirlerin soramadıklarını, çıkıp sorması için CNN International ya da Reuters muhabiri beklenmesin diye.

– Bir başbakanın çıkıp “Şurada burada şu saatler arasında şunu yiyemez bunu içemezsin” dememesi için. Ve sonra da laik bir ülkede şeriat kanunu gibi buna “Dini olarak olması gereken bir kanuna niye karşı çıkıyorsunuz” demesin diye. (Herkesin dini kendinedir, Müslüman olarak inandığın Allah sana tüm yolları sunar seçim senindir. Zorlama yapılmaz. Böyle kandırmacalara karşı da ilk iş inanmadan veya eleştirmeden önce kitabını güzelce bir oku anla, hazmet)

– Keyfine göre içkiyi kısıtlarken, kumardan para devletin para kazanmasına ses çıkarmayan “Müslüman” başbakana bu durumda rahatça “Bu ne lahana bu ne perhiz” diyebilmek için. (Yoksa kumar başbakanın dininde para kazandırdığı için sevap mı?!)

– Belediye başkanı olmadan önceki malvarlığıyla şimdiki mal varlığı arasında dağlar kadar fark olan başbakana “Nereden geliyor bu değirmenin suyu otur da bir anlat” diyebilmek için.

– Bir gün bir başbakanın çıkıp halkın büyük bölümünü ilgilendiren ve bu bölümün ciddi şekilde karşı olduğu bir kararı “mecliste çoğunluk benim sana ne istediğim kararı alırım” dememesi için.

– %10 barajı yüzünden meclise sesini duyuramayan kişilerin de mecliste temsil şansı olsun diye.

– Bir gün terör örgütüyle müzakere yapan bir başbakanın halkının bir bölümünü hedef alarak karşı “Yolver geçelim Taksim’i ezelim” diye bağıran kitleyi susturmayı bilsin diye.

– Gezi parkı miting alanı mı diyen bir başbakan, SMS’ler ile ücretsiz otobüslerle adam toplayıp üzerine de para vererek hava limanında miting yapmasın diye.

– Youtube’ta video izlemek veya Porno sitelere girmek için DNS ayarları yapmak zorunda kalmadan isteyenin istediği gibi İnternet’i kullanabilmesi için.

– Bir üniversite hükümetin taleplerine uymayınca, başbakanın okula sert mesajlar göndermemesi için. (Bu arada keşke her kesilen ağaçlık bölgeye Koç veya Sabancı gibi okullar yapılmış olunsaydı)

– Bir başbakanın fikirleri kendine ters diye sanatçıları hedef gösterip tehdit etmemesi, avukatları hukuka aykırı şekilde “Adalet Sarayı” isimli yerden yaka paça toplatmaması için.

– Basınınve başbakanın yalanlarıyla toplumun bir bölümünün beyni yıkanmasın diye.

AKM'de pankartlar

  • AKM’de illegal paçavralar vardı diyerek AKM’de terör örgütü bayrağı var iması yapıldı. Orada Türkiye Cumhuriyeti’nin tescilli siyasi partilerinin bayrakları vardı. Hiç terör örgütü pankartı yoktu. Sadece başbakanı rahatsız edecek “Kes sesini Tayyip” pankartı vardı.
  • Türk bayrakları yakılıyor diye halk galeyana getirilmek istediniz. Ama devlet kanalının bu haberi eski bir PKK mitinginden çıktı, hani şu başbakanın müzakere yapmakla övündüğünüz grup.
  • Cami’de alkol içiliyor dendi, imam yalanladı. İmamı açığa alındı.
  • Molotof atan marjinaller dendi, polis çıktı.
  • AVM, Topçu Kışlası, kaldırım çalışması derken ne yapılacağı meçhul bir çalışma için park yıkılmaya kalktı. Niyet neyse mertçe söylense ya.
  • “Benden önce İstanbul çöldü, ağaçlandırdım” dedi. Hesaplandı, o kadar ağaç dikecek adam çıkmadı. Bu arada bu da son yıllarda İstanbul’umuzun yeşilliği nasıl beğendiniz mi?
    istanbul
  • Occupy Wall Street’te 17 kişi öldü dediniz, ABD’den bir kişi bile ölmedi yalanlaması geldi.
  • Polisi eylemciler öldürdü dediniz, polisin ailesi hayır öldürülmedi köprüden düştü dedi.
  • Sözde iyiye giden ekonomi kısmını da size Ege Cansen anlatsın uzmanı olarak; Memleketimden İktisat Efsaneleri

– Daha da saymayı atladığım pek çok kısıtlı özgürlüğün insanlara sunulması için.,

– Olaydan istifade etmek isteyen terör örgütü de var, ama zaten onlarla masaya oturulmuş bile çoktan ve onlar da bu pazarlıklar olumsuz etkilenmesin diye taşkınlık yapmadan orada toplanmış duruyorlar. Polis kışkırtmazsa tabi…

Peki tüm bu süreçten beklentin ne dersen;

– Sadece oradaki sesi dinleyip, bazı kararlarda halkın tepkisini dikkate alacak bir başbakan.

– Güvenebileceğimiz, saygı duyabileceğimiz bir devlet, polis ve devlet yetkilileri

– Göstermelik olarak olayla ilgileri olmayan Hülya Avşar’lı, Polat Alemdar’lı toplantılar yapan değil; gerçekten olayın içinde olup bu insanların dileklerini iletebilecek kişilerle basına açık bir toplantı. (Kapalı da olsa olur işe yarasın yeter)

– “O gitsin başkası gelsin” demiyordum düne kadar. “Kalabilir sıkıntı yok. Sadece Padişah gibi değil demokratik bir başbakan olarak kalsın” diyordum. Ama dünü yaşadıktan sonra diyorum ki böyle kaldığı takdirde ona oy verecek herkese hakkımı helal etmiyorum. Duymadan, nefes alamadan, kandırılıp tuza düşürüldüğüm, kusmakla koşmak arasında çırpınırken çektiklerimin buna hakkı var. Arkadaşlarım olmasaydı da devlete güvenseydim kimbilir daha neler olurdu?

Boşversinler faiz lobisi, marjinal gruplar, sizi seviyoruz, siz kardeşimizsiniz, evladımızsınız, gençlerimizsiniz hikayelerini. Devletin başındaki kişi padişahlığı bırakıp burayı ciddiye alsın, kulak versin, gerçekten onların da başbakanı olsun ondan sonra görelim orada tek bir eylemci kalıyor mu tek bir olay daha çıkıyor mu? Bunu neden yapmıyor, bunu yapmak neden işine gelmiyor? Hiç düşündün mü bu nedenleri… Ben düşünüyorum mantıklı tek açıklama gelmiyor aklıma, ya da aklıma geleni düşünmek istemiyorum…

İsteyene hikaye çok

2020 olimpiyat logosu

 

 

 

 

 

 

Hatta çok isterlerse bir hikaye de benden; 2020 Olimpiyatları’nı alabilmeleri için Japonlar destekliyor bu hareketleri. CNN’i falan da onlar sardı başımıza, yoksa nereden bilecekti elin Amerikan medyası Gezi Parkı’nı.

Ben yandaşım var mı bana bir lafın dersen;

Tüm bunları onun egosu yaratıyor bir uyanıp etrafa bakmanın zamanı geliyor tren kaçmadan yakala. Arın geçmişin intikamının, rantların, çıkarların üzerinde yarattığı dar bakıştan. Bu kadar zulümden gelecek paranın da bir hayrı olmaz varsa öyle bir hayalin at kenara onları ve onurla kazan her kuruşu. Para elbet kazanılır, yeter ki kimliğini satma bu olaylara göz yumarak.

Taksim’deki gruptan korkmaya gerek yok, elinde sopa bile olmayan gruptan pek çoğu üniversite öğrencisi veya üniversite mezunu, kavga etmeyi bile bilmeyen bu guruptan kimseye zarar gelmez. Gel gör oradaki mini Türkiye’yi.  Korkuya gerek yok kimse kimseyi ısırmıyor, aksine “aman” dediğinizde etrafında 10 kişi bitiyor “yardıma ihtiyacın var mı” diye. Tıpkı o hep özenip anlatılan eski günler gibi. Bir de oradan gör bu eleştirilen grubu ve ondan sonra yap yine yapacağın yorumları.

Son söz büyüğümün…

İki dedesi de Demokrat Partili olan biriyim. Son seçimde hayatta olan tek dedem “Bunlar gelmesin diye hayatımda ilk kez CHP’ye oy verdim” dedi. Hani büyüklerin bir bildiği var derler ya…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | 1 Yorum

Bağdat Caddesi’nin “Emek” Katili

Olay zamanı: Perşembe gecesi

Olay yeri: İstanbul’un hatta Türkiye’nin gelir seviyesi ve öğretim (eğitim değil yalnız, sadece öğretim) düzeyi en yüksek kesiminin yaşadığı Bağdat Caddesi.

Olay kahramanları: Ben ve yolda yürürken kulak misafiri olduğum orta yaşlı bir çift.

Saat gece 9.30 civarında “spining” adı verilen yaparken canıma eziyet edip sonrasında garip bir mutluluk veren işkenceyi kendime yapmış bir şekilde spor salonundan çıkmıştım. Akılda biten kitabımın yerine yeni bir kitap almak vardı. Hedef en yakındaki kitapçıydı. Kitap alındıktan sonraki planda da evde kitap okuyup yüzümdeki meşhur vitiligo lekeleri için doktorun yazdığı anasonlu, kuşburnulu, garip koku ve tattaki bitki çayını içerek dinlenmek vardı.

Tam ben aklımdan bunları geçirirken önümdeki marka kıyafetleriyle oldukça şık, orta yaşlı bir çiftin yanından geçmek üzereydim. Kadın, eşinin koluna girmiş yavaş yavaş yürüyorlardı. Buraya kadar herşey güzeldi, ama tam yanlarından geçerken duyduklarım bütün devreleri attırmıştı. Adam, kadına şöyle diyordu; “Bu Taksim’deki sinema var ya adı Emek mi ne? Onun yıkılması olayına da ne çok yaygara yaptılar öyle. Hayır eski püskü bir sinema ve üstelik tek salonu var. Cadde’deki bile sinemalar ondan daha güzel. Yıkıp yerine alış veriş merkezi yapılabilir diyorlar. Ne güzel olmaz mı öyle, içine de modern de bir sinema yapı…”

Emek Sineması

 

 

 

 

 

 

 

En son “yapılır” diyecekti sanırım ama çiftin bir kaç adım ilerisindeyken, arkamı dönüp adama nasıl baktıysam adam sözünü yarım bıraktı. Ben de hala “Sen ne anlarsın sinemadan, tarihten, yaşanmışlıklardan, genel kültürden, eğitimden. Sorsam senede okuduğun kitap maksimum iki, gittiğin film maksimum beş, gittiğin tiyatro yok. Büyük ihtimalle de parayla diploma satışı yapan okullarda kendine “üniversite mezunu” ünvanı kazandırmış, karılarla kızlarla altında Alaman malı spor arabasıyla gezmeyi marifet sanan, muhtemelen Emek’te hiç film izlememiş ama İstanbul’un tüm gece kulüplerinin telefonu cep telefonunda kayıtlı bir çocuğun babası olarak bu konuda konuşmasan topluma çok büyük iyiliğin olur. diyemedim ya lan!” diye gezinmeme sebep olacak şekilde önüme dönüp yoluma devam ettim.

“Emek yıkılsın” diyen de,  “Emek’in yıkılmasına ne kadar fazla yaygara kopardılar” diyen de, iş yerlerinde parayı çuvalıyla götürürken çalışanlarının verdiği “Emek” karşılığı çuvaldan çıkan bir desteyi onlara verme “zahmetinde bulunup” kalanını kendine ayıran da aynı insandır. Bugün katlinin fermanını kendince imzaladığı “Emek” adında her köşesinde tarih, yaşanmışlık, sanat ve kültür kokan bir sinemayken; yarın bir çalışanın “Emek” adındaki alın teriyle bezeli çabasının fermanını imzalayacaktır.

İnşaat işçileri

 

 

 

 

 

 

Ama suçlamamak lazım onu. Başkalarının hayatlarının içine girmemiştir. “Vakit yoktur” onun hayatında sinema, tiyatro veya kitap aracılığıyla bunu yapmak için. Bildiği tek hayat sadece kendi hayatıdır. Böyle olunca da kolaydır “Emek” katili olmak…

Asıl ürkütücü ve üzücü olansa sinemadan, tiyatrodan, klasik müzikten, sergiden, baleden, operadan bir haber olan kariyer ve para hırsı dolu insanların fazlalaşmasından ötürü bu katillerin de sayısının artma potansiyelinin oldukça yüksek olması.

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Günün biri mi, bir gün mü?

İnsanların hep unutamadıkları anlar vardır. Bunlar öyle zamanlardır ki üzerinden kaç ömür geçerse geçsin hep izini hayatlara sürer, sadece sizi etkiler sanmayın pek çok kişiyi aynı anda etkiler.  Bunlar baştan beri vardır aslında adı “kader”, “kısmet”, “karma” veya türlü türlü isimlerle tanıtılmış hayat yollarında. Kimisi “günün biri” kimisiyse “bir gün” olarak tanımlanır, planlanır gelecek takvimlerine yerleşir hayatların.

Yaşanacakları “günün biri” veya “günlerden bir gün” yapan da bizlerizdir. Hep hayaller kurarız, bazı şeyleri elde etmek yaşamak isteriz. Yatağa yattığımızda tavanı, vapura bindiğimizde uzakları, uçaktayken gökyüzünü ve bazen de baktığımız boş duvarları birer sinema perdesine çevirir bakar dalarız oraya.  Hayallerimizin Woddy Allen’ı olur, o sahneleri oynatırız. Sonunda da ya “günün biri” veya “bir gün” olarak bu hayale bir gerçekleşme zamanı verilir.

“Günün biri” demek biraz üşengeç ve teslimiyetli insanoğlunun işidir. Sevmez önünde uğrunda mesai verecek bir meşgale olsun, salına salına yaşamaya devam etmek ister.   “günün birinde umarım bunu yaparım, yaşarım, ederim, eylerim” der geçer. Olursa “şanstır, tesadüfen hayalim gerçek oldudur”, olmazsa “kısmet değildir”.

“Bir gün” demekse biraz cesur bir Don Kişot’un işidir “bir gün bu rüya gerçekleşecek” der ve atar ölmeden oldurulacak işler listesine. Bundan sonra da bütün adımları bunu yaşamak için atmak ister.

İki karakterin yaşamları da ciddi fark barındırır. Birisi isteyip yaşamadıklarını çoktan unutmuşken öbürü isteyip yaşayamadıklarının peşinde koşmaktan yorulmuş avare olmuş, belki hayatın kendine sunduğu farklı şansları ıskalamıştır. Bir de tabi iki karakterin gerçekleştirdiklerinin verdiği haz farkı vardır. “Günün biri” diyen hayatın ona göre “tesadüfen” kendisine sunduğu hayalini yaşamış bitirmiştir. “Bir gün” diyense isteyip çabalayarak elde ettiği hayalini muzaffer bir komutan edasıyla yaşamayı sürdürür.

Yol ayrımındaki karar

Peki yol ayrımında hangi karakter tercih edilesidir; hayali kurup önüne çıkarsa yaşamak, kaçanlar için üzülmeyecek şekilde onları unutmak mı? Yoksa hayali kurup peşinden koşarken ya hayali yakalamak ya da yolunu kaybedip çöllerde avare olmak mı?

Kaçınız hayalindeki işin peşinde koştu, kaçınız hoşlandığınız bir kız için gurur falan dinlemedi, kaçınız fikirleri uğruna ölümü göze aldı ya da kaçınız hayallerini kurduğu bir şeyi almak için türlü taklalar attı bilemiyorum ama bunları yapanlar hep tarihte ya büyük işler ve aşklar yaşamış isimler oldular. Bunlar da “günün birinde” deseydi ne bugün elinizdeki Elma’lı teknolojiler ne Romeo ile Juliet ne de Türkiye Cumhuriyeti olurdu.

Ya peki tüm çabaya rağmen o hayalleri gerçekleştiremeyenler derseniz; onlar da nesilden nesile anlatılan efsane olmuş karakterler oldular. Tıpkı Leyla ile Mecnun gibi, tıpkı 41 yıl önce bugün idamı onanan üç fidan gibi…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , | 1 Yorum

Jan Dark ve Demir Leydi, ‘modern’ Türkiye’ye karşı

Twitter’ı mikro günlük olarak kullanıp başından geçenlerden ya da okuduğu filmlerde izlediği kitaplarda karşısına çıkan güzel sözlerden oluşan 140 karakterler zırvalayan birisi olarak son dönemde burada paylaştığım ve genelde üzerine en çok düşündüğüm iki sözü bu boş tatil günlerimde buluşturasım geldi.  Üzerine de biraz karalayasım, lakırdı yapasım…

 

Aslında günün sonunda aynı yola çıkan iki söz bunlar… Birisi Can Yayınları’nın 5 TL’lik D&R özel kampanyasından topladığım Fuentes kitaplarından Diana‘da okuduğum “Modern zamanda İnsanlar, Jan Dark gibi doğrularını yaşamak istese de çabuk ölmekten korkup düzene uyup uzun ömürlü kişiliksizler oluyor…” sözü. Diğeriyse uyku tutmayan bir gece sabah 4’te izlediğim Demir Leydi‘de karşıma çıkan “Asla sürüye uyma her zaman kendi yoluna git…” öğüdü.

Tarihi yazan yöntem

İki farlı yerde, iki farklı tarihi karakter, iki farklı imza ve tüm bunların arkasındaki ortak neden… “Kemikleşmiş şekilde herkesin takip ettiği rotadan değil, kendi içinden gelen ve senin olmuş yoldan ilerlemek…”

Jan Dark (Öz Fransızca yazımı Jeanne d’Arc), 15. yüzyılda geçirdiği 19 yıl yaşadığı kısacık ömrüyle adını tarihe geçirmiş bir azize; erkek kılığına girip savaş veren ve sonunda sıradışı tarzıyla İngilizlere esir düşüp kafir olduğu gerekçesiyle yakılarak öldürülen bir zat-ı muhterem. Her kadın gibi cephe gerisinde kalsa veya cepheye o dönem kadınının alışılmış haliyle katılsa belki de 19 seneyle sınırlı bir ömrü olmayan, esir düşüp yanarak ölmeyecek ama o zaman asla tarihe geçen ve hakkında en çok şey bilinen tarihi karakterlerden biri olamayacaktı.

Bir diğer taraftaysa İngiliz’lerin meşhur Margaret Thatcher’ı. İngiltere tarihinin tek kadın başbakanı olarak en uzun süre o koltukta oturan kişiyi meydana getiren yegane fikirdi belki de sürüden kopup kendi rotasını çizmesi. Tabi sadece bir rota çizmek de yetmez bunun sonuna hedef yerleştirip o noktaya ulaşmak için çalışmak ve fırsatları kovalamak da lazım.

‘Modern’ Türkiye

Şimdilerde ister ‘beyaz’ Türkler’ olsun isterse de ‘kara’ Türkler’ olsun eğer tıp, eczacılık veya benzeri bitirince başka bölüme atlaması zor olmasına karşın ucunda bol para görünen bir bölüme girmemişse rotalar hep paralel gidiyor.  Ya bir mühendislik yada bir işletmeye kapak atılıyor sonra da oradan ver elini özel sektör. Eh şimdi bu kabaca çizilmiş haritada ilerleyen paralel rotaların 3 modeline bakmalı;

Model – 1, Üniversite mezunu dipten zirveyi planlayanlar: uluslararası bir şirketin satış, pazarlama vs. departmanlarındaki ‘challenge’ dolu ‘experience’ günleri. Buralardaki insanların yaşamları da hep paraleldir;

– Oflaya poflaya da olsa “şirketin adı yeter” mantığıyla sevilmese de işe gidilir.

– Çalışıyormuş imajı çizilmeye çok özenle dikkat edilir. Buna bağlı olarak sabah erken, gece yarısı vs. gibi abidik gubidik zamanlarda mail atmak ve şirketin online sistemine girmek olmazsa olmazdır.

– Müdür mesaiye kalınacak denirse kalınır, cumartesi pazar çalış denirse çalışılır. İçten küfredilir ama sonra hayal aleminden bir ses “diyemedin ya la?!” diye dalga geçer o iç sese bile laf edilemez boyun eğilir.

– Suratı sivilceler basar, stresten bilimum hastalıklar baş gösterir.

– Bunun yanısıra İngilizce ‘know how’ yeri geldiğince gösterilip havalar atılmalı. Fırsatı gelince de “O kadar İngilizce okuduk ki yerine başka kelime kullanmak aklıma gelmiyor” savunması gelir bu kişilerden. Oysa işin özü okumadığı kitaplarda, orta okulun biraz üzerine çıkmış Türkçe kelime dağarcığındadır.

– Ucundan gördüğü konuda uzman kesilmek de bunların en önemli özelliğidir.

– Evlilik ve aşk hayatı derseniz, atın çöpe bu kişilerin büyük hedefleri vardır… Sanki emekli olunca kendilerine kariyerleri yoldaş olacak sanırlar. Depresyona girme korkusundan istifa da edemezler tabi.

– Şirket içi entrikalar, arkadan kuyu kazmalar ve dedikodular da bu grubun en olmazsa olmaz yeteneğidir.

Model – 2, Üniversiteden direk zirveyi isteyenler: Bunlar da okul bitince 2-3 bin TL maaş ile çalışmayı hor görüp direk bir şirkette CEO olma hayaliyle okuyup mezun olurlar üniversitede.  Bu hayallerini gerçekleştirme yolundaysa ‘güzellik’ ve ‘zeka’  durumlarına güvenirler… (Bu hayal ürünü veya hikaye değil bizzat şahit olunmuş bir hikayeden buraya gelmiştir :) )

Model – 3, Baba holding üyeleri: Bu grup üniversiteyi hep “ya benim iş garanti, bitince babamın yanına dönüp çalışacağım. Başka şirkette çalış çalış nereye kadar” zihniyetiyle okurlar. Genellikle kendilerini geliştirmekten uzak kalma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Model – 2’deki kişilerin de özel hayatlarında beraber olmayı düşündükleri hedefler arasında yer alırlar. Model-1’dekilerin de genelde kıskandığı veya uyuz olduğu tipler genelde bu grupta olurlar.

Farklı rota? Farklı hedef?

Fark edileceği gibi kimse döneminin Demir Leydi’si olup farklı bir rotada yaşamak istemiyor, herkesin hedefi kapitalist patron sisteminin en iyi kölesi olmak.

Yine görüldüğü üzere kimse Jan Dark olup kendisi olmayı ve düzene kendi benliğiyle karşı koymayı da düşünmez, kısa süre yaşayıp belki de nesillere kalacak bir iz bırakmak yerine uzun süre yaşayıp sıradan karakterler olmayı tercih ederler. Bu nedenlerle;

– Bu kadar sözde mühendisi olmasına rağmen pek çok sanayide kendi ürünlerini üretemeyen,

– Mimarisi laz müteahitlerin eline bakan,

– Sürekli olarak pazarlama uzmanı, satış direktörü, CFO, CEO gibi koltuklara adam yetiştirirken tarihçi, politika uzmanı, sosyolog ve siyaset bilimcisi yetiştiremeyip televizyonlardaki ilgili tartışma programlarında hep aynı yüzleri görmek zorunda kalan,

– Oyların patatese soğana satıldığı, yıllardır gerçek bir muhalefet partisine hasret kalan,

– Dünyaca ünlü bir ressam veya diğer görsel sanatlarda başarılı sanatçılar yetiştiremeyen,

– Hiç bir zaman Oscar alamayan, o final gecesine “bir Türk filmi ödül alabilir mi?” heyecanıyla bile giremeyen,

– Dünya’ya mal olmuş yazarlarına ve müzisyenlerine sırt çeviren,

– Şike yapan yöneticisini omuzlara alan, yenilgiyi hazmedemeyen, olimpiyatlarda altın madalya alır heyecanı duyulan bir sporcu (kadın voleybol ve basketbol takımları hariç…) yetiştiremeyen,

– Sosyal medyayı en çok kullanan ülkelerden birisi olarak kendisi bu alanlarda bir gelişim yapıp bunu dünyaya mal edemeyen bir ülke olur öyle de nesiller devam ederiz…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

24.600 $ bekleyen rekor: Super Mario & Lego

Herkesin çocukluğunun eşsiz iki parçasıdır Nintendo, atari, amiga veya pc’de Super Mario oynamak ve legolardan şahaserler yaratmak. Bu ikisine çocukluktan başlayan bu tutku pekçok kişide ilerleyen yaşlarda da hakimiyetini sürdüyor.

İşte Mario’ya ve Lego’ya karşı olan büyük aşkına kulak veren Zachary Pollock, kendi deyimiyle “Zachary the Lego Maniac”, sonunda bu ikisini büyük projesinde birleştirmeye karar vermiş.

                

Pollock, Mario’nun 1. bölümünün 1. kısmını lego parçalarından inşa etmek üzere çalışmalarına başlamyı planlıyor. Bu projede her bir pikseli 1×1’lik lego parçalarından inşa etmeyi düşünen kahramanımız, 26.400 $’lık bir destek bulması halinde 780.000 parçalık muhteşem planını sahneye koymayı planlıyor. Böylece, eğer sonunda amacına ulaşırsa 183 cm’lik uzunluk ve 2.743 cm’lik genişliğiyle dünyanın en büyük Lego çalışmasına imza atacak.

Guyism.com’un haberine göre Kickstarter’dan 4.891 $’lık destek alan “Zach the Lego Maniac”, 9 Mayıs’a kadar bütçesini 26.400 $’a tamamlarsa büyük proje başlayacak.

Eğer aranızda hem Lego hem de Super Mario’ya olan tutkusu süren varsa, bir parça da kendisi koyarak bu projeye destek olabilir…

Buyrun Zach’ın ağzından kendi projesi…

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , | Yorum bırakın

Mimari açıdan Dünya’nın en ilginç 10 binası

Türkiye tek tip Laz mimarisine koşar adım giderken popularmechanics.com’a göre Dünya’nın en ilginç mimarisine sahip 10 binası…

St. Mary Axe, Londra

Her an uzaya fırlatılmayı bekleyen bir roket gibi duruyor, Londra’nın en yüksek binası. Ayrıca 24.000 metrekarelik cam yüzeyiyle de enerji tasarrufunu maksimumda tutmaya çalışan bir mimarisi bulunuyor.

 Habitat 67, Montreal

1967’de Montreal’de düzenlenen Dünya fuarı için yapılan bu binanın daha sonra insanlara uygun fiyatlı bir ev olması planlanırken, kendine has yapısından ötürü oldukça pahalı konutlara sahip bir yapıya dönüştü. 354 Küpten oluşan bu yapıda, hiç bir pencere diğer bir küpün penceresini görmüyor. Özel hayata saygı sonsuz!

Crooked House, Sopot

Polonya’da bulunan bina 2003 yılında inşa edilmiş. Binanın çizimlerini; çocuk kitaplarına illustrasyon yapan Jan Marcin Szancer yapmış. Szancer, bu binayı çizerken yan yana duran ve boyları farklı binaların dalgalı görüntüsünden esinlenmiş. Binanın çatısıysa yukardan bakılınca ejderha sırtını anımsatıyor.

Basket Building, Ohio

Ohio’daki Basket Building, Longaberger Şirketi’nin çalışanları için yaptırmış oldukları home-ofislerin yer aldığı bir bina. Buradaki tüm amacın tüketicilerin ilgisini bina ile şirkete çekmek olduğu söyleniyor.

Devlet Kütüphanesi, Kansas City

22 tane kitabın yan yana bir rafta duruşunu anımsatan görüntüsüyle kütüphane şehrin en dikkat çeken binası olarak gösteriliyor.  Burada kullanılacak 22 kitabın adının ne olacağıysa kütüphane yönetimi ve bölgenin önemli edebiyat adamlarının kararlarıyla belirlenmiş.

Guggenheim Müzesi, Bilbao

Mimar Frank Gehry tarafından tasarlanmış olan bina tamamıyla taş, titanyum ve camdan oluşuyor. Gehry, binanın eğimli alanlarını tasarlarken, uzay üstleri için tasarlanmış 3 boyutlu tasarım programlarını kullanmış.

Ferdinand Cheval Palası, Hauterives

Fransa’daki bu malikane, aslen köylü bir postacı olan Ferdinand Cheval tarafından 1879 ile 1912 arasında inşa edilmiş.  Daha önce hiçbir mimari bilgisi olmayan Cheval’in garip şekilli bir taştan esinlendiği söyleniyor.

Dans eden binalar, Prag

Yine bir Frank Gehry çalışması. Gehry’nin Vlado Milunic ile birlikte mimarisini üstlendiği bu yapıda, iki bina dans eden bir çift gibi görünecek şekilde tasarlanmış. Biraz dikkatli bakılınca dans esnasında kadının eteğinin havalandığı izlenimi bile yaratılmış durumda.

Küp evler, Rotterdam

1984’te inşa edilen bu yapı 38 küpten oluşuyor.  Bu küplerin içinde bulunan evler orta avludaki ve dış avludaki restoranlar ile mağazaları gören bir manzaraya sahip. Mimar Piet Bloom, yapıyı tasarlarken her küpü hayali bir ağaç olarak canlandırmış zihninde ve böylece bunların bir araya gelmesiyle ufak bir orman görüntüsü elde etmeyi planlamış.

İskenderiye Kütüphanesi, İskenderiye

Kütüphane, tarihi İskenderiye Kütüphanesi’nin bulunduğu yere inşa edilmiş.  Her yıl 1 milyonun üzerinde turistin ziyaret ettiği kütüphanenin şekli Güneş’in doğuşunu temsil ediyor. Bununsa iki nedeni bulunuyor. İlk nedeni, öğrenmenin ve eğitimin başladığı yerin tarih boyunca İskenderiye kabul edilmesi. Diğer nedeniyse Güneş’in Eski Mısır’daki dini ve mitolojik önemi.

Not: Burada iyiden kötüye veya tam tersi türde bir sıralama bulunmuyor.

Categories: Lakırdı masası | Yorum bırakın

Birisi görsel tasarım mı dedi?

Ödüllü illustrator Sugar Power’ın gazete, dergi, internet ve açık hava reklamcılığında kullanılan şaheserleriyle biraz pazarlama vizyonunu yaratıcılıkla beslemek lazım…

Saatchi & Saatchi için Sidney’de kullanılan Toyota reklam tasarımları:  Hayallerinin sana yol göstermesine izin ver!

Grabarz & Partner için çalışılmış Volkswagen’in yeni fren sistemi için yapılan reklam tasarımları:  Tehlikeleri daha tehlikesiz hale getirir!

Times dergisi için hazırlanmış olan Sex Questions tasarımı

Nestle için McCann Toronto’ya hazırlanmış olan “Kaliteli yaşam için kaliteli besin” posteri

Vodafone için hazırlanmış bir takvim

Son olarak Lint Müzesi’ne hazırlanmış bir poster

Categories: Lakırdı masası | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.